Size bu
mektubu yeni görevinizde başarı dilemek ve eğer arzu edilirse, olası
katkılarım hakkında düşüncelerimi iletmek için yazıyorum.
Ama bir
yandan da, bu tür önerilerin -belki biraz da fazlasıyla- aktığını ve
bir çeşit öneri kirliliğiyarattığını
da tahmin ediyorum.
Sanırım
ki J. F. Kennedy de benzer bir öneri akımı altında şu ünlü deyişi
üretmiştir: "her başkana binlerce öneri gelir; iyi başkan, bu
kalabalık içinde kulak verilmesi gerekenleri
sezebilendir".
Sizin
bu yöndeki sezginize güvenerek, önerilerimi kısa başlıklar halinde
sunacağım. Eğer arzu edilirse, bunların ayrıntıları üzerinde
konuşabiliriz:
·Bugün
mevcut olan sorunlar, onlara yol açmış yaklaşımlar sürdürülerek
çözülemez. Bugün çözüm
önerenlerin, bizzat sorun yaratan yaklaşımların sahipleri olduğu
unutulmamalıdır.
·Herkes
eğitim "sistemi"nden yakınıyor. Halbuki "sistem" denilen şey, bu
işin paydaşlarını -veli, öğrenci, öğretmen, idareci, akademisyen,
bürokrat, politikacı, asker, basın, sanatçı, sponsor, sivil toplum
kuruluşu vd- oluşturan birey ve kesimlerin, birbiriyle uzlaşmaz
isteklerinin toplamından ibarettir.
Dolayısıyla
sorun "sistem"de değil, bir sistemden bu denli farklı isteklerde
bulunan, üstelik de bunları mutlak doğru zannedip israrla savunan ve
fırsat bulduğunda fırsat bulduğu kadarını uygulayan
toplumdadır.
Eğitimden
neler beklenmesi gerektiği konusunda bir zihinsel netliğe kavuşmadan
bu kargaşanın çözülmesi imkânsızdır.
·Eğitim
alanındaki paydaşların sayısı çok ve statüleri birbirinden
farklıdır. Bunları bir araya getirebilecek ve böylece ortak akıl
üretebilecek en etkili araç "Ağ Temelli Yaklaşım"lardır. Tüm Avrupa
ülkelerinde neredeyse norm olan bu yaklaşım (Sokrates, Leonardo vb
ağlar) Türkiye'miz için de etkili bir yoldur. Bu yolda geçen yıl
atılan bir adım, sizin girişiminizle hayata geçebilir.
Bu tür
bir ağın ilk faaliyeti olarak bir arama konferansı yapılabilir ve
eğitim konusundaki stratejik çerçeve
çizilebilir.
·Cumhuriyetin
ilk yıllarında, 10 milyon kadar nüfusu okur-yazar yapmak ve savaştan
çıkmış bir ülkeyi kalkındırmak için gereken yurttaş tipini yaratmaya
yönelik yaklaşım o gün için doğru sayılabilir.
Yanlış
olan, 21nci yy.'ın karmaşık ilişkiler dünyasının getirdiği neredeyse
sonsuz öğrenme ihtiyaçlarını ideolojik indoktrinasyon yaklaşımıyla
gerçekleştirmeye çalışmaktır.
Bugün
bu kalabalık ve genç nüfusun ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının
gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışlar ancak kişinin kendisinin
"öğrenmesi" yoluyla mümkündür. İşte bu nedenle de "öğrenme"
(learning) kavramı bütün dünyada giderek ön plâna
gelmektedir.
Eğitim
fakültelerimiz ise halâ B. F. Skinner'in (1904-1990) hayvan
deneylerinden mülhem "davranış şekillendirme" elemanları
yetiştirmekle meşguldür.
Halbuki
"öğretme" yoluyla davranış şekillendirmeartık
neredeyse bir "zihinsel taciz" sayılmak durumundadır.
Devletin
bu bağlamda yapması gereken 2 önemli işlev vardır:
(1)Kişilerin,
kendi öğrenme ihtiyaçlarını, kendi keşfedecekleri öğrenme
profillerine göre özgürce belirleyip giderebilecekleri ortamların
hazırlanmasına "yardımcı olmak".
Bu
bağlamda, elinizdeki iletişim imkânlarını kullanarak kamuoyunu ikna
edip, tüm Türkiye'yi bir öğrenme ortamı haline
getirebilirsiniz.
İnsanlar,
doğuştan sahip oldukları olağanüstü öğrenme yeteneklerini unutup,
okulun, çevrenin, özellikle medyanın etkisiyle öğrenemeyeceklerine
ikna edilmişlerdir. Ama bu kalıcı bir kayıp değildir. Tekrar
uyandırılabilir.
Tüm
insanların çevrelerindeki tüm imkânları kullanarak ihtiyaçlarını
öğrenme yoluyla karşılamaya başladıkları bir Türkiye'yi hayal
edebiliyor musunuz?
(2)Kişilerin
öğrenme ihtiyaçlarının ancak ve yalnız kendilerince belirlenmesi ve
de giderilmesi demek olan "öğrenme özgürlüğü" ortamını
zedeleyebilecek her türlü indoktrinasyon girişimini kesin olarak
caydırmak.
·Bugün,
yeni işe başlayan bir bakan olarak sizi bekleyen en ciddi birkaç
tehlike -tabii ki kanaatimce- şunlardır:
§Sıradan
bürokratik işlerin akışı içine çekilmeniz ve mevcut sistemin bir
parçası haline gelmeniz,
§Çeşitli
bahanelerle statükonun muhafaza edilmesi gerektiğine ikna edilmeye
-hattâ hafifçe dayatılmaya- çalışılmanız,
§Birkaç
ay sonra da artık sistemi savunur hale gelip her türlü dış
eleştiriyi bir saldırı olarak görmeye zorlanmanız.
·Ama bu
tehlikelerden daha da ciddisi, bugünkü "davranış şekillendirme"ye
yönelik indoktrinasyon temelli eğitimin bizzat kurbanı durumunda
olanların olası tepkileridir.
İnsanlarımız
birer "öğretilme bağımlısı" hale getirilmişler, bir öğretici olmadan
hiçbir şeyi öğrenemeyeceklerine inanmışlardır.
Bu
nedenle, bu yeteneklerinin varlığını ancak kararlı ve uzunca süreli
bir uygulama sonunda tam olarak hatırlayabileceklerdir.
·Size,
bu yoğun çabalarınızın gerektireceği bir zaman ve sabır ortamı
gerekecektir. Bunun için ise daha kısa vade içinde sonuç verecek
uygulamalara ihtiyaç vardır. Bunlardan 2 tanesini şöylece
önerebilirim:
(a)Onur
Sistemi'ne göre sınav:
Maliyeti sıfırdır. Kısa dönemde prestij kazandırır; uzun dönemde ise
yaşamsal önemdedir.
En
önemli insan hakkı ihlali sayılan "potansiyel suçlu" kavramının
temeli, ilkokuldan üniversitelerdeki sınavlara kadar yaygın şekilde
uygulanan "kopyaya karşı gözetim" ile atılmaktadır.
Bir
sınav sırasında öğrencinin başında bekleyen gözetmen, öğrencinin
potansiyel hırsız (kopyacı) olduğunu varsaymaktadır. İşin acı yanı
-eski Sovyetlerde olduğu gibi- öğrenci de "potansiyel suçlu"
olduğunu kabul etmekte, buna karşı bir tepki
verememektedir.
Gözetim
olsa da olmasa da kopya çekme eğiliminde olanların oranının %10
dolayında olduğunu bizzat gözlemledim. Bunlar her koşul altında
kopya çekebiliyorlar. Ama kazanç, onurlu olduğuna güvenildiği
gösterilecek olan %90'dır.
Bu
insanlar yarınlarda, yaptıkları yasaları, yönettikleri insanları,
hizmet ettikleri üstlerini "güven" esasına göre
değerlendireceklerdir.
Günümüz
Türkiyesi'nin 1 numaralı sorunu kimsenin kimseye güvenmemesi değil
midir? Bunun temellerini biz okullarımızda inşa ediyoruz.
Mevcut
yapı -öğretmenler, idareciler, hattâ bazı öğrenciler- gözetimsiz
sınav uygulamasına karşı çıkabilecek, gözetim olmazsa kopya
çekileceği tehdidinde bulunacaklardır. Bunlara karşı önlemler
vardır, yeter ki uygulanmak istenilsin.
(b)
Müfredat
sistemindeki her "doğru"nun göreceli olduğunun öğretmenlerce
anlaşılması ve derslerin buna göre işlenmesi.
Sayın
Bakan,
Sadece
Cumhuriyet tarihimizin değil, Osmanlı'dan bu yana tarihimizin en
kritik varsayımı, "doğruların, iyiler ve güzellerin tek
oldukları"dır.
Doğru-yanlış'lar
akıl ve bilimin; iyi-kötüler ahlâk ve dinin; güzel-çirkin'ler ise
estetik ve sanatın konularıdır.
Bunlar
tek ve mutlak değillerdir ve içinde bulunulan koşullara
"göre"dirler.
-5x5
yalnızca 10 tabanlı sayı sisteminde 25'dir,
-İki
nokta arasındaki en kısa uzaklık yalnızca durağan koordinat
sistemleri için bir doğru parçasıdır,
-Bir
üçgenin iç açılarının toplamı yalnızca düzlem üzerine çizilmiş
üçgenler için 180o'dir.
-Bir
metindeki noktalama işaretlerinin doğru kullanılması yalnızca,
anlatılmak istenilenlerin açıkça anlaşılmasının istendiği hallerde
geçerlidir. Şifreli metinler için bunun tam aksi
geçerlidir.
-Yalan
söylemek eğer bir yuvayı yıkmaktan kurtaracaksa mübahtır.
Bunların
sayısı istenildiği kadar artırılabilir.
En
güzide okullarımızda ya da bir mezra okulundaki öğretmenimiz eğer
isterse yarın sabahtan itibaren doğruların göreli olduğunu
kavrayabilir ve derslerini böyle işlemeye başlayabilir. Bunun da
maliyeti sıfırdır.
Bunun
kısa, orta ve uzun dönem yararları tahmin edilemeyecek kadar çoktur.
Şöyle ki:
-Bugün
toplumumuz çok sayıda iki kutuplu kesimlere ayrılmış, kamplaşmıştır.
Türkler ve Kürtler, laikler ve şeriatçılar, aleviler ve sünniler,
çalışanlar ve çalıştıranlar, AB'ne yandaş ve karşı olanlar ve daha
birçoğu..
Bu
insanlarımızın şunu idrak etmelerini sağlamak zorundayız: Doğru
olarak bellediğimiz ve uğrunda ölmeye ve öldürmeye hazır olduğumuz
doğrular-iyiler-güzeller hep görecelidir.
Tek
gözetmek durumunda olduğumuz gerçek, evrenin gerçeklerinin çok az
bir bölümünü biliyor olduğumuzu "zannetmemiz"den
ibarettir.
Her
doğrunun içinde biraz yanlış, her iyinin içinde biraz kötü ve her
güzelin içinde biraz çirkin vardır. Hattâ denilebilir ki, yaşamımız
hep gri tonlardan ibarettir. Tam siyah ve tam beyazlar
yoktur.
Öğretmenlerimiz
başta olmak üzere toplumumuzda rol modeli olan herkesin bu gerçeği
anlaması ve kendi doğrularını ölesiye ve öldüresiye savunmaktan
vazgeçmesi gerekiyor.
Batılıların
kendi geçmişlerinde olmamasına karşın akıllarıyla buldukları bu
gerçek bizim kültür köklerimizde (tasavvuf) vardır. Bu yüzden biz
çok da şanslı sayılırız.
Toplumsal
barışın, bugünkü dayatmacı metotlarla sağlanması
imkânsızdır.
Çeşitli
inanç ve ideoloji sahibi kişi ve kesimlerin şunu farketmelerini
sağlayabilmeliyiz: Kendi doğru, iyi ve güzel'lerimizin geçerlik
sınırı, başkalarının sınırlarında biter. Onları etkilemeye çalışmak
doğru değildir, zorlamak ise asla kabûl edilebilir
değildir.
Toplumsal
barışı ancak ve yalnız, doğruların göreli olduğu gerçeğini
benimseterek sağlayabilirsiniz.
-Bilim
ve sezgi, aklın, birbirlerinden koparılmaması gereken araçlarıdır.
Toplumumuz bu iki alanı ayırmış ve her birinden yana olanlar
(laikler ve olmayanlar) kamplara ayrılmışlardır. Her iki kesim de
birbirinin varlığını kabul etmemekte, diğerini -mümkünse- yok etmeye
çalışmaktadır.
Halbuki
tüm keşif ve icatlar, tüm sanat eserleri, tüm sosyal abideler, hepsi
bu iki alanın ayrılmaz bütünlüğü ile inşa edilmişlerdir.
Bu
nasıl bir iştir ki, tüm Batı medeniyetini oluşturan bu bütünlük
bizde ıska geçilmiş, bununla da kalınmayıp toplumu birbirine düşman
hale getirmiştir.
Bunun
nedeni, doğruların tekliğidir. Bilim alanındakiler de sezgi
alanındakiler de kendi doğrularından kuşkulanmamakta, onu egemen
kılmak için kıyasıya enerji tüketmektedirler. Aslında ise tüketilen
öz yaşam enerjimizdir. Her geçen gün biraz daha ölüyoruz.
Bunu
birilerinin farketmesi, bu ahmakça çatışmayı durdurup, bilim ve
sezginin sinerjisini sağlaması gerekiyor.
Bu
birisi niçin siz olmayasınız?
Sayın
Bakan,
Kısa
diye başladığım sözlerimi daha çok uzatmak istemiyorum. Sizden
ricam, bu konulara derinlikli bakmanız ve insanlarımızın içine
itildiği çaresizliklerin köklerini görebilmenizdir.